11 Haziran 2010 Cuma

Özlüyorum Finlandiya'yı... Çok Özlüyorum...

Olmadı, yapamadım…
Yazmadım, yazamadım…

Sırtımda ilk kez netbookumla yurtdışına gittim ama kapağını açıp tek kelime yazamadım. Güya yeni bir blogum vardı, güya bu netbook sırf bu blogu güncellemek için gelmişti onca yolu. Ben disiplinli, titiz bir insan olup, her gün olmasa bile iki, üç günde bir yazacaktım, birşeyler karalayacaktım bloga – via netbook. Güya… Güya…

Bakmayın netbook, küçük müçük ama fazlalık işte, özellikle de uçak yolculuğunda. Aç çantayı, çıkart çantadan, aç fermuarı, çıkart kılıfından, koy tepsiye, geçir x-rayden, al tepsiden, koy kılıfına, kapat fermuarı, sokuştur çantaya, sığmadı, biraz daha uğraş, arkanda kuyruk biriksin, sen panik ol, panik oldukça hiç sığmasın çantaya, ters ters baksın yurdumun insanı suratına… Keyfimden boğuşuyorum ya çantayla! Girdin mi havaalanına? Yaptın mı check-in mek-in? Bitmediii… Dünya üzerinde bu kadar sıkı havaalanı güvenliğinin olduğu tek ülke benim ülkem; Amerika’da bile böylesi yok. Sar başa, baştan başla… Aç çantayı, çıkart çantadan, aç fermuarı, çıkart kılıfından, koy tepsiye, geçir x-rayden, al tepsiden, koy kılıfına, kapat fermuarı, sokuştur çantaya, sığmadı, biraz daha uğraş, arkanda kuyruk biriksin, sen panik ol, panik oldukça hiç sığmasın çantaya, ters ters baksın yurdumun insanı suratına…

Yazacaktım güya… Havayı, suyu, attığım adımı, gördüğüm yerleri, hissettiklerimi, güldüklerimi, duygulandıklarımı… Yazacaktım yediklerimi, içtiklerimi. Bir günlük tutar gibi yazacaktım izlenimlerimi, maceralarımı, Finleri, Finlandiya’yı, hiç hesapta olmayan, hiç planı yapılmayan Estonya’yı… Hanna’yı ve Heidi’yi, Ulrika ve Miia’yı, Henkku’yu ve Fırat’ı yazacaktım… Ve diğerlerini… Andy’yi, Mikael’i, Mari-Leena’yı, Carina’yı, Toon’u yazacaktım… Yazacaktım…

14 Mayıs sabah uçağa biner binmez hissettiğim rahatlamayı, hafifliği yazacaktım. Güya sessiz insanlardı bu Finler; bitip tükenmeyen konuşmalarını yazacaktım. Fince’nin ne kadar değişik ama ne kadar tanıdık, ne kadar yakın ama ne kadar uzak olduğunu yazacaktım. Uçak Helsinki üzerindeyken hissettiğim hayal kırıklığını yazacaktım. O kocaman, Rus yapımı binaları nasıl da sevmediğimi, nasıl da şaşırdığımı, nasıl da Helsinki yerine Hollanda semalarında süzülmeyi istediğimi yazacaktım. Ne kadar çok özlediğimi minik, sevimli ülkemi, nasıl da burnumda tüttüğünü…

Daha bismillah, uçaktan inip otobüs beklerken karşıma çıkan Türk anne oğulu yazacaktım. Yazacaktım, yolların genişliğini, tramvayları, binaları, yeşili, yemyeşili, yalnızca yeşili… Hanna’yı nasıl kucakladığımı, ne çok özlediğimi yazacaktım. 16 yıl öncesinin ‘teenager’ kızının, bu kadar güzel, alımlı, kendi ayakları üzerinde duran genç bir kadın haline gelmesindeki tuhaf gururu yazacaktım… Yazacaktım; Finlerin hayatlarındaki ‘simplicity’yi, bu basit ve sade yaşamı ne kadar takdir ettiğimi, havanın nasıl da sıcak olduğunu, hatta Finlandiya’nın o hafta Avrupa’daki en sıcak ülke olduğunu… Şansımı, gönderdiğim pozitif enerjinin yerine nasıl ulaştığını yazacaktım.

Kilitlerin ters yöne kilitlendiği yazacaktım sonra. “Kardeşim, kilit kapının solundaysa sola çevirirsin anahtar denen mereti, yok sağ tarafta ise sağa… Ters kardeşim, bu ülkede ters işte” diyecektim. Daha ilk günden sakatlanan bileğimi, acıdan ağladığımı hatta gözümün karardığını ama Fin icadı ‘Ice Power’ denen jelin dertlere nasıl derman olduğunu, nasıl tüp tüp alıp Türkiye’ye getirdiğimi yazacaktım. Helsinki’nin ‘tourist friendly’ olma konusunda dünyada gittiğim ve ‘sıfır’ hem de kocaman bir ‘0’ verdiğim tek şehir olduğunu, hiç durmadan ‘lonkero’ yani ‘long drink’ denen, Smirnoff Ice tadında ama votka ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeceği içtiğimi, içtiğimi, içtiğimi yazacaktım. Hatta yazarken “lonkero” içecektim, hiç üşenmeden Türkiye’ye taşıyıp getirdiğim kutudan da bir fırt alacaktım belki de son düzeltmelerini yaparken blog yazılarımın…

Olmadı yazamadım, yapamadım. Yazamadım, Finlerin 10 tanesinden 9’unun saçlarının boya olduğunu, yıllardır duyduğumuz “esmersin, İskandinavlar bayılır esmerlere, orada yok” geyiğinin artık bir şehir efsanesi olduğunu… Ülkede yapacak bir şey olmadığından mıdır nedir, kadın erkek genç yaşlı demeden herkesin saçını boyadığını. Yazamadım işte kızıla, kırmızıya, siyaha, kestaneye, kahverengiye ve hatta mora boyanan saçları… Yazamadım, en büyük modanın taytlar üzerine giyilen etekler olduğunu, o eteklerin renklerini. Etrafı göreyim diye çıktığım 10.5 saatlik tren yolculuğunu da yazamadım. Saatlerce, kilometrelerce gökyüzünden ve huş ağacı ormanlarından başka hiçbirşey görmediğimi. Gittiğimi, gittiğimi, daha da gittiğimi… Yazamadım gökyüzünü, huş ağacı ormanlarını… Huş ağacı ormanlarını, gökyüzünü… Gökyüzünü, huş ağacı ormanlarını… Sıkıldığımı, çok sıkıldığımı… “In the middle of nowhere” bir ülke olduğunu oranın…

Neyi yazdım ki; batı kıyısındaki Jakobstad’da Fince değil İsveççe konuşulduğunu yazayım? Neyi yazdım ki, Ulrika’nın kendi gibi büyük yüreğini, yüreğinden daha büyük ailesini yazayım? Yazmadım, yazamadım… Oysa yazacaktım, nasıl da çocuklar gibi heyecanlandığımı Noel Baba’nın evinde, 2010 Noel’inde posta kutumda bulmak için gönderdiğim kartpostala neler yazdığımı ve Noel Baba ile çektirdiğim fotoğraf için ödediğim onca parayı. Yazacaktım işte geyik etinin tadını, gördüğüm ilk geyiğin yüzündeki ifadeyi ve o ifadeyi düşünüp de yiyemediğim eti. “Kuzey kutup dairesi, kuzey kutup dairesi” diye tutturduğum şeyin asfalta çizilmiş, beyaz yağlı boya ile boyanmış bir çizgi olduğunu ama yine de üstünde yürüdüğümü, oturduğumu, atladığımı, hopladığımı, zıpladığımı, koştuğumu ama bir ayağım bir yanda, diğeri diğer yanda fotoğraf çektirmeyi nasıl da unuttuğumu yazacaktım.

Başak geldi oralarda hep aklıma: “Sabahlar olmasın” der ya… “Buralara gel Başakcım, Rovaniemi’de sabahlar hiç olmuyor çünkü hiç gece olmuyor diyecektim.” Uyku maskem ve benim sabahın 4’ünde, Noel Baba haricinde hiçbir şey olmayan bu kentten nasıl da koşarak, nasıl da kaçarak Kemi üzerinden Helsinki’ye geri uçtuğumuzu yazacaktım. “Herşey gelirdi de aklıma, bir gün Helsinki’ye döndüğüme sevineceğim gelmezdi” yazacaktım hatta. Gülümsemiştim yazacaklarımın planını yaparken oysa…

Halbuki bavulumdakileri yazacaktım tek tek. Hatta bavuluma sığmayan ve bir başka çanta satın almama neden olan onlarca, yüzlerce kıvırı zıvırı. Evet evet yüzlerce; buzdolabı mıknatısları, çanlar, porselen yüksükler, geyik boynuzundan kolyeler, bilezikler, şişe açacakları, kupalar, hatta geyik boynuzunun kendisi, peluş geyik, minik geyik, büyük geyik (geyiğin kendisi yok), yöresel Sami battaniyesi (evet battaniye), Finlandiya kurabiyesi, Minttu şişesi, lonkero tenekesi, Lapland reçeli, Fin ekmeği, Karl Fazer çikolatası, Viking şapkası, İsveç sabosu, Tallinn evi, Estonya kristali, dondurma bardağı, yılbaşı süsü, meleği, topu… “Alışverişin … !” yazıp Fırat’a gönderecektim. O Finlandiya’da, ben burada kahkahalarla gülecektik…

Evet evet hiç planda olmayan Estonya, hiç bilmediğim Tallinn… Önce gidemiyorum sandığım, sonra bilet bulamadığım, hava kötü olur da katamaran iptal olur diye korktuğum Tallinn… Limanda feribottan indiğinizde, “Bu ne? Bunca yolu bunun için mi geldim?” diye kendi kendinize sorduğunuz sıkıcı şehir… Kalabalığı takip ettikçe, eski şehrin surlarına yaklaştıkça içinizi kıpır kıpır yapan şehir… O surların içine girdiniz mi çıkamadığınız şehir… Masal şehir, güzel şehir, kurabiye şehir, minik şehir, tatlı şehir… Her köşesi tarih, her metrekaresi sanat, her kaldırım taşı eski şehir… Kalbime giren, çıkmayan hatta kalbimi çalan şehir… Eylül’de beni yeniden bekleyen şehir…

Ve Toon… 16 yıl önceki neşesiyle Olde Hansa’nın önünde bana el sallayan Toon… Canım Toon, Paris yol arkadaşım Toon, ışıl ışıl, pırıl pırıl tam bir Hollandalı Toon… Ve şehrin en iyi, en yakışıklı tur rehberi yanında, ağzı açık ayran budalası gibi evlere, kapılara, çatılara, duvarlara, dükkanlara, otellere bakan ben… Doymayan Tallinn’e, doyamayan ben… Doymayan Toon’a, doyamayan ben… Dönüş yolunda ağlayan yine ben… Ve tüm bunları yazmayan, yazamayan da ben…

Evet, yazamadım hiçbirini ve daha neleri neleri… Seurassari’yi, Suomenlinna’yı ve binlerce minik adayı, Miia’yı, Heidi’yi, leziz somonları, Kuurna Resturant’ı, ülkenin dört bir yanındaki Marimekko’ları, İittala dükkanlarını, African Kitchen’ı, Cafe Fanny’yi, New York’un sincapları misali ortalıkta dolanan martıları, kargaları, içtiğim iğrenç “salmiakki kossu” ları, Beaver Bar’ı, Rythmi’yi, şehrin sıkıcı manzarasını izlediğim Torni’yi, tanıdığım en tatlı, en şahane çünkü en Amerikalı olmayan Amerikalı Andy’yi, cebren ve hile ile girdiğim HJK Helsinki stadyumunu, her restaurantın, her barın, her cafenin self-servis olduğunu, tanıdığım onlarca Fin’i, parkları, çimenleri, hiç unutmadığım, hiç unutmayacağım tramvay durağı Karhupuisto’yu, Fırat’la ne çok güldüğümü, “Ahanda mıknastıs…” deyip hala güldüğümü, hayatımda ilk kez bir ülkeden 32 kilo bagaj ile döndüğümü… Hiçbirini yazmadım... Yazmadım işte Tin Tin Tango’yu, Kamppi’yi, Henry’s Bar’ı ve hayatımda gördüğüm en yakışıklı adamla gidip nasıl tanıştığımı, o gün üstüme çöreklenen kendime güveni. Jakobstad’ın “Faith, Hope ve Love” simgelerini, saunayı, saunadan çıkıp göle atlamanın keyfini, ormanların sessizliğini, sessizliğin ıssızlığını, huş ağaçlarının minik kozalaklarını toplamanın huzurunu.

Hayır, hiç birini yazmadım, hepsini kendime sakladım. Hazır değildim belki de paylaşmaya. Evet, bencilim ben bu konuda. Hala kıskanmaz mıyım Hollanda’ya gidenleri, “Hollanda’yı bilirim” geçinenleri? Tırnaklarım çıkmaz mı anlamsızca? Kıskanmaz mıyım hala Floransa fotoğraflarını başkasının masasında, evinde gördüğümde? Benimdir Floransa… Benim aşkımdır, benim ruh ikizimdir… Eskidir, yorgundur, yaşlıdır, mahsundur ama benimdir işte! Yazmadım, paylaşmadım kimselerle bunca gündür, Kemijoki kıyısındaki drink keyfini, Töölönlahti çevresinde yapılan yürüyüşü, Kaya kilisenin sakinliğini, huzurunu, mucize akustiğini ve ne yazık orada bir konser dinleyemediğimi. Tallinn’in kimselerin bilmediği köşelerini, cafelerini, güzel, çok güzel kızlarını, Three Sisters’ı, Telegraaf Otel’i, eski eczaneyi, şehrin en küçük evini, en gizli bahçelerini. Yazmadım, yazamadım. Hayır, istemedim.

Ama işte şimdi yazıyorum… Döndükten neredeyse 20 gün sonra… Fotoğraflar önümde, haritalar, alışveriş fişleri, peçeteler, biletler halının üstünde saçılmış. Bir yandan aldığım notları okuyorum, bir yandan en alakasız zamanlarda oraları hatırlıyorum. İşten eve geliyorum, Fırat’ın deyimiyle “patlatıyorum bir lonkero”. Yeni yeni yerleştiriyorum onlarca mıknatısı buzdolabının üzerine, elimde kocaman bir geyik boynuzu ile dolanıyorum evin içinde; asacak bir yer arıyorum. Bu sıcakta, bu rutubetli havada, geyikli polar battaniyeme sarılıp yatıyorum. Ve “Daha da gelmem”, “Bir kez yeter”, “Gördüm, bitti”, “Sıkıldım”, “Sevmedim” dediğim Helsinki’ye ve Hansel ile Gretel'in masal şehri Tallinn'e Eylül ayında bir kez daha gidiyorum…

Özlüyorum… Çok özlüyorum…