1 Temmuz 2011 Cuma

Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin...

İş arası yemek, yemek sonrası kahve, kahve sırası sohbet arasında 'biri' sordu bugün: "Blog yazmaya ara mı verdiniz?" Şaşırdım... Şaşırdım; açıkçası bu blogun varlığını bile unutmuştum 'ben'... Şaşırdım; blog yazdığımı nereden biliyordu 'o'? Bulmuş, biliyormuş, üstüne bir de okumuş... Hoş! Demek blog böyle birşeymiş...

Sohbet sonrası iş dönüşü açtım blogumu… En baştan (Topu topu 3 yazı var zaten!) okudum… Gülümseyerek, hüzünlenerek, insanın, düşüncelerinin, hayatının 1 yıl içinde bile ne kadar değiştiğine hayretler ederek, hatta inanamayarak satır satır okudum bana çok yakın, benden çok uzak blogumu… Mesela yazmışım: “Tanıdığım en tatlı, en şahane çünkü en Amerikalı olmayan Amerikalı Andy’yi…” Şimdi olsa yazarım; “Fikr-i sabit, ruh hastası, obsesif, takıntılı, pis Amerikalı” diye… :) Mesela yazmışım: “Tüm önyargılarımdan sıyrılmışım, Almanları sevmişim, çok sevmişim.” Şimdi olsa “Uyuz, sıkıcı, hayata karşı içinde hiçbir ‘ambition’ taşımayan, ruhumu daraltan adam Mr. Schön…” diye… Ha, anlamaz o ayrı! :)

“Hem blog benim neyime? Kim okur benim yazdıklarımı?” diye düşünürken, takip ettiğim, hergün “Acaba bugün ne yazacak?” diye sabırsızlandığım blogları da düşünmeden edemedim. Başta canım arkadaşım Gürkan’ın Japonya’ya olan bisiklet macerasını ve sonrasını ve yeni planlarını konu alan blogu olmak üzere… Gürkan’ın yaptıklarının ve yapacakların reklama ihtiyacı olmasa da; www.dogaicinpedalla.blogspot.com

Üzüldüm aslında, blog yazma özürlü bir insan olduğum için... Hele o son yazının en sonunu; bizi Mısır'a götüren, az kaldı geri getiremeyen tur şirketi ile ilgili olan paragrafı okuyunca daha da çok üzüldüm. Kendi kendime; "Ne kötü; çevremde, ülkemde ve dünyada bir grup insan Mısır'da yaşadıklarımdan, kahkahalarımdan ve tüm o eğenceden mahrum kalmış" dedim... Gerçi, her buluşmada, her yemekte, her alkolün fazla kaçtığı akşamda Ceyda'nın "Özlem, acaip komik anlatıyor, n'ooolur anlat" demesi ve benim dünden razı halimle, ayağa kalkıp"one-woman show"umla anlattığım Mısır hikayelerini duymayan kaldı mı bilmiyorum ama...

İşte tüm bunları düşünürken, başladım gülümsemeye, hatta gülmeye kahkahalarla… Kendi kendime, yalnız başıma… Sonra sarıldım, çekmecedeki not defterine… Bir bir okudum, unutmamak için aldığım notları… Okudukça daha çok güldüm… Teker teker gözümün önünden geçti Mısır seyahatindeki o mucize insanlar… Hani hoca hocayı tekkede, hacı hacıyı Mekke’de, deli deliyi dakkada bulurmuş ya! İşte o insanlar, deliler…

İçimden geldi, Mısır’da döndükten 8 ay sonra bir kısa yazı da onlar için yazayım istedim… Fügen Abla ve Hakkı Ağabey için… Nurten Abla ve Şakir Ağabey (delibaşı!) için… Ebru Abla ve Osman Ağabey (delibaşı yardımcısı) için… Güzel çocukları Yağız ve Ezgi için… Bu kadar deli içinde ne işleri olduğunu asla anlayamadığım çok sevgili Ayten Hanım ve Gülten Hanım için.., “Single” Bahri ve “Yeşil Kafa” Ceyda için… “Sarı Kafa” Özlem’den gelsin bu yazı; tur rehberimiz, güzide insan Hüseyin Bey’e ithafen…

:)

Kahire Uluslararası Havaalanı… “Bizim rehber kim?” “Hüseyin…” “Hüseyin kim?” “Küçük bir adam var ya, ortalıkta dolanıyor…” “Abicim, küçük büyük adam yok ortada, bütün uçak indi, herkes otobüsünü buldu gitti… Biz neyi bekliyoruz?” “Hüseyin’i…” “Hüseyin kim?” “Rehber…”

Allaha bin şükür, tüm bu kargaşadan ve yaklaşık bir saat süren savaştan sonra otobüsümüze kavuştuk… Onu da Osman Ağabey buldu geldi, o ayrı! Sanırsın tur rehberi Hüseyin değil Osman!


İşte tüm hikaye o anda başladı… Hüseyin Bey, sabah, öğlen, akşam, kuşluk, yatsı, gece, günün her saatindeki selamlaması ile girizgah yaptı: “Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin…” Ben de ‘Hüseyin Bey’den İnciler’ başlığı altında topladıklarımı yazdım… Ne bir eksik, ne bir fazla…

:)

“Arkadaşlar, kolay gelsin… Şu anda gittiğimiz yol... Hmmm çarşı! Fakir… Mısır düzdür, zenginler de var tabii… Eyyübilerin Bursa’da yaptırdıkları camiler bu yola benzemez… Uçakta da yorulduk di mi arkadaşlar? “Yorulmadık Hüseyin Bey de, siz biraz etrafı anlatsanız.” “Anlatayım arkadaşım… Alaattin Keykubi, Türkiye’de…” “Hüseyin Bey, Mısır’ı anlatsanız…” “He, Mısır!” Özlem: “Vah vaahhh” “Şimdi arkadaşlar Güneydoğu’ya gidenler bilir, Suriye’nin damları, Mardin’in damları ile aynıdır” “Hüseyin Bey, Mısır’dayız, Mısır’da” “Hee, Mısır! Arkadaşlar, bakın burası eski Mısır, aha burası da yeni Mısır”… (Rehber olduğu iddia edilen Hüseyin Bey, bu sırada, sağ tarafta inşaatı devam eden bir gecekonduyu, sol tarafta ise lüks bir villayı gösterir…) “Hüseyin Bey, bu camilerin minareleri neden birbirinden farklı, farklı dönemlerde mi yapılmış?” Hüseyin Bey, cevap verir: “Arkadaşlar sol tarafta tarihi Şeraton Oteli’ni görüyorsunuz (Sheraton Otelini anlatıyor)… “Hııııı !”

:)

Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin… Bu üzerinde gittiğimiz yol size düz gibi gelebilir, düz görünüyor. Ama esasında daire şeklinde, yani şehri çevreliyor, çevre yolu

(Vallahi dedi billahi dedi bunu)

:)

“Hüseyin Bey, sol tarafta piramitler var galiba” “Hadeee canıımm!” Bahri: “Hüseyin Bey, vallahi piramit!” “Anaaaa valla da piramitmiş!”

Özlem: “Hüseyin Bey, bu sizin Mısır’a kaçıncı gelişiniz?

:)

“Arkadaşlar, kolay gelsin… Bakın burada, yolda bir kasis var… Bu ne demek?” “Ne demek Hüseyin Bey?” “Yol birazdan daralacak” demek. “!!!???!”

:)

“Arkadaşlar, kolay gelsin… Ben Mısır deyince, siz Kahire anlayacaksınız” “Neden Hüseyin Bey?” “Eskiden öyleymiş. Mısır derken Kahire! Roma’nın başkenti Roma” “Hmmmm, peki Hüseyin Bey!”

:)

1 hafta sonra… “Arkadaşlar, günaydın kolay gelsin… Uçağımızda rötar var… Burada beklemek isteyen beklesin, çarşıya gelmek isteyen benimle gelsin”. Özlem: “Hüseyin Bey, sabahın saat 6’sında çarşıda işimiz ne?” “Çarşı derken otel, arkadaşım!”

:)

“Arkadaşlar, bekleyin! AJANTA sorumlusu gelecek”. “O kim Hüseyin Bey?” “Burada bizim güvenliğimizden ve rehberliğimizden sorumlu şahıs, ACANTA yani…” “ACENTA olmasın o Hüseyin Bey?”

:)

Arkadaşlar, kolay gelsin, sağdaki bir Ortadokus Kilisesi” “Ne kilisesi Hüseyin Bey?” “Ortadokus, ortadokus yani mezhep mezhep, arkadaşlar” Anlamadığımız o ya!

:)

Arkadaşlar, Hatetut burada yatmaktadır”. “Hatetut kim Hüseyin Bey?” “Hatetut bir kadın firavundur” “Hüseyin Bey, Mısır tarihinde Hatetut adlı bir kadın firavun yok…” “Arkadaşlar var Hatçetut”. Özlem: “Hüseyin Bey, Hatşepsut olmasın o?” “Hee ondan işte!”

:)

“Hüseyin Bey, Mısır’da elektronik ucuz mudur? Buradan Türkiye’ye götürmeye değer mi? “Arkadaşlar, şindik Mısır’da sanayi ürünleri ucuz sayılabilir”. Özlem: “Hüseyin Bey, sanayi ürünü derken?” “Buzdolabı mesela” Ceyda: “Çüşşş”

(Kendi kendime öyle bir gülüyorum ki sanırım devam edemeyeceğim :):)

:)

El-Bahri Tapınağı’nın alt katında… Özlem: “Hüseyin Bey, yukarıda ne var?” “Güney Afrika Bölgesi arkadaşım”. Kitaptan araştıran Özlem anlar ve gruba açıklama yapar: “Arkadaşlar, yukarıda Mısır ve Sudan arasında bir dönemde yapılan ticareti simgeleyen yazıtlar, hiyeroglifler var… E, Sudan Mısır’ın güneyinde… Hüseyin Bey Arkadaşımız da Güney Afrika Bölgesi diyerek Sudan’ı kastediyor.”

:)

“Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsinAmonhopotop’u göreceğiz bugün. Özlem: “Amonhopotop kim Hüseyin Bey? “Amonhopetet arkadaşım” “Tamam arkadaşım da o kim? Bendeki kitaplarda yok öyle biri…” “Amonhetepet, tek tanrılı dine geçiş yapan firavundur. Özlem: “Amenhotep olmasın o Hüseyin Bey?”

:)

“Arkadaşlar, timsah kedi değildir!” “A aa?” (Bu cümle ile Hüseyin Bey’in ne dediği hala anlaşılamamış olsa da, “Nil nehrine yaklaşmayın, timsah vahşi hayvandır” demek istemiş olabilir. Ancak timsahın kedi olmadığı beyanatından sonra Nil’de timsah yoktur demesi de ayrıdır.)

:)

“Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsinBağajlarımızı burada bırakıyoruz!” Özlem: “Neyi bırakıyoruz Hüseyin Bey?” “Bağaj arkadaşım, bağaj” “Tamam arkadaşım”

:)

“Arkadaşlar, kolay gelsin… Şimdi Komombo tapınağındayız… Tarzan burada doğmadı.” “???!!! Höh!”

(Bu beyanat ile ilgili tur grubundan kimsenin halen bir fikri bulunmamaktadır. Tur grubu olarak Mısırlı rehberin açıklamasını yanlış tercüme etmiştir diye iyi niyetli bir düşünce içerisindeyiz hala)

:)

“Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin… Şimdi 2 dene tapınak gezicez…” “Ne gezicez Hüseyin Bey?” “2 dene tapınak arkadaşım”… Ceyda: “Dene tapınak nedir Özlem, baksana kitaba?” Özlem: 2 tane tapınak gezecekmişiz Ceyda.

:)

Arkadaşlar, kolay gelsin… Bu gördüğünüz 1. Dansöz…” “O ne demek Hüseyin Bey?” “Yani tarihte görülen 1. Dansöz figürü” Osman Ağabey: “Birinci dansöz denmez ona, a gerizekalı herif, İLK DANSÖZ İLK!

:)

“Arkadaşlar, kolay gelsin. Üj bujukta burada buluşuyoruz. Bahri: Hüseyin Bey, siz ne içtiniz gece?

:)

Ceyda duşta, Özlem ‘2 dene’ tapınak gezmekten gelmiş, yatakta baygın yatıyor… Kapı vurulur, tık tık… Özlem: “Kim o?” Ses yok… Özlem: “Who is it?... Ses yok… Özlem: “Bahri sen misin?” Ses yok… Özlem: “Hayyy…. !” Kapıda elinde bavulu ile Hüseyin Bey durmaktadır… “Buyurun Hüseyin Bey?” “Hee, biz aynı odada mı kalıyormuşuz?” Özlem: “Töbe estafurullah!”

:)

(Hüseyin Bey’e odasının üst katta olduğunu anlatmak, Mısır’daki develere hendek atlakmak kadar zordu diyeceğim ama eminim o deve daha çabuk anlardı beni :))

:)

“Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin… Ben bi sayım yapayım” “Yapın Hüseyin Bey” “2 – 4 – 6 – 8 – single – 12 – 13… Hay Allah karıştırdım… 2 – 4 – 6 – 8 – single – 11 – 12 – 14… Yine karıştı, baştan başlayayım ben en iyisi” “Bahri, Allahını seversen, bundan sonra en öne otur da 1 saat beklemeyelim otobüste…” (Single Bahri, inadına 20’li, 30’lu sıralara oturmaya başlar)

Ertesi gün… ““Arkadaşlar, günaydın, kolay gelsin… Ben bi sayım yapayım… “Yapın Hüseyin Bey” “2 – 4 – 6 – 8 – 10 – 12 – 14 – 16 – 18 – 20 – 22 – 24 – 26 – 28 – single – 33 – 34… Karıştı galiba… Baştan başlayayım ben… “Allahını cezanı versin senin Hüseyin Bey!”

:)

Sen çok yaşa Hüseyin Karamollaoğlu… Allah da seni güldürsün, çok güldürsün!

:)

Gökten 8 elma düşmüş…

Biri, Mısır arkadaşlarım, yol arkadaşlarım, can arkadaşlarım, canım arkadaşlarım, can yoldaşlarım, takım arkadaşlarım Ceyda ve Bahri’ye… Hadi paylaşın, kapışmayın!

Biri, hayatımdaki en eğlenceli tatilde tanıştığım delilere… Fügen ve Hakkı, Nurten ve Şakir, Ebru ve Osman, Yağız ve Ezgi, Ayten ve Gülten için… Bir ısırık alsanız yeter hepinize… Sonra başlarız yine, yeniden gülmeye… Bu kez bir başka tatilde…

Biri, aylarca bana duygusal ritim bozuklukları yaşatan ve adını ilk kez blogumda paylaştığım BAMTUR’a…

Biri, 2. Ramses’in 1. Dansözü’ne…

Biri, tabii ki bu yazının ve Mısır seyahatinin başkahramanı Hüseyin Bey’e… Sen çok yaşa Hüso, günaydın, kolay gelsin, afiyet olsun arkadaşım :)

Biri, bir blogum olduğunu bana hatırlatan ve bu yazının yazılmasına bilmeden sebep olan ‘biri’ne…

E, biri bana… Diğeri de bu yazıyı okuyan, tebessüm eden herkese…

14 Ekim 2010 Perşembe

Ne yazmışım? Hiç...

Anladım ki blog yazmak zormuş… Çok zormuş… Hele insanın gittiği, gezdiği, gördüğü yerleri yazması daha zormuş… Güya bloğun adı bile ‘Özlem’in Gezi Notları’ ya; baktım da son yazımdan sonra Münih’e gidip gelmişim ben… İş için gittiğim, gitmemek için patronla, elçilikle, vize görevlisiyle kırk takla attığım, sonra da dönmemek için elimden geleni ardıma koymadığım rüya gibi bir şehri keşfetmişim… Yürümüşüm, koşmuşum, parklarında uyumuşum, meydanlarında dans etmişim, büyülenmişim, içmişim, çok yemişim, Dünya Kupası’nda İngiltere’ye 4 gol atan Almanlarla beraber sevinmişim, gülmüşüm. Tüm önyargılarımdan sıyrılmışım, Almanları sevmişim, çok sevmişim. Ne yazmışım? Hiç…

Gelmişim Almanya’dan, gitmişim Çeşme’ye, Alaçatı’ya. Dönmüşüm Ankara’ya, bir daha gitmişim. Dönmüşüm Ankara’ya, bir daha gitmişim. Dönmüşüm Ankara’ya bir daha gitmişim. Kopamamışım yine Alaçatı’dan. Eski dostlarla, eski mekanlarla hasret gidermişim, yenilerini keşfetmişim, denemişim, kimini sevmişim, kimini sevmemişim. Ne yazmışım? Hiç…

Sonra aylarca hazırlanmışım, heyecanlanmışım; Eylül ayında bir kez daha Helsinki’de bulmuşum kendimi… Hem de bu kez maaile; anne, baba, kardeş, gelin, ben :) E, geçen seferin tecrübesiyle ben gezdirmişim onları… “Hop tramvay, hadi taksi, e, burası da pazar yeri, bakın burası liman, aman şurada da dükkan, şu da meydan…” “Bu annem, bu babam, bu kardeşim, bu eşi, bu da Fin kız kardeşim Hanna” demişim. Fırat’ı görmüşüm, lonkero patlatmışım, Marie-Leena’yla dertleşmişim… Alıştığımdan mı, bu zor şehri biraz olsun öğrendiğimden mi nedir bu kez biraz daha sevmişim. Ne yazmışım? Hiç…

Yetmemiş, bu kez hızlı katamaranla değil, koskoca bir gemiyle Tallinn'e geçmişim… Yine, yeniden… Bu kez ağzım açık ayran budalası gibi dolaşmamışım… Bilerek, severek, adeta okşayarak gezmişim bu masal şehri. Kendimi evimde hissetmişim. Kiraladığım şahane iki evi, evim bellemişim. Hayatımda yediğim en kötü yemeği bu şehirde yemişim… Gördüğüm en güzel gülleri yine bu şehirde görmüşüm… Koklamışım, içime çekmişim… Sevmiş yüreğim bu eski, bu tozlu, bu ufak, bu sevimli şehri. Canım arkadaşımı, Toon’u bir kez daha görmüşüm. Sevgilisini, oğlunu tanımışım. Mikonos’tan sonraki en güzel güneşi batırmışım; denizden değil, dağların ardından değil… Adeta gökyüzünden… “Güneş hiç gökyüzünden batar mı?” dememişim. Batarmış, görmüşüm… Yüreğimi bırakmışım Tallinn’de yine. Dünyada bu kadar görülecek yer varken, hiç pişman olmamışım 4 ay sonra bir kez daha geldiğime… Bir kez daha geleceğimi bilerek çıkmışım yola Riga’ya doğru… Ne yazmışım? Hiç…

Riga… Hayal kırıklığım olmuş benim.. Çirkin mi? Değil. Güzel mi? Eh. Gidilir mi? Evet. Sevdim mi? Belki. Bir daha gider miyim? Hayır. Hepsini aynı anda geçirmişim aklımdan. Nedenini bilememişim. Kısa sürede bu kadar fazla yer görmekten mi, Charles’ın dediği gibi “impressions make us tired” durumundan mı, kulağıma çarpan Rusça’ya çok benzeyen dilden mi, j ve ş ve ç seslerinin bolluğundan mı, çok açık, çok belirgin yoksulluktan mı, şehir dışına çıktığınızdaki pislikten mi; bilememişim. Art Nouveau’nun dünyadaki bir numaralı örneklerini de atlamamışım, ‘Art Nouveau District’de gördüğüm şaşaalı mimariden başım havalarda gezmişim, hayran da kalmışım. Meraklıyımdır ya ben ‘en’ lere, ‘ilk’ lere… Gecenin bir yarısı kaybola kaybola Riga’nın ‘en dar’ sokağı Troksnu Iela'yı bulmuşum. Boyum uzamış mı? Uzamamış. Tallinn’deki ‘Three Sisters'ın kardeşleri sayılan ‘Three Brothers’ı küçümseyerek izlemişim. ‘Three Sisters’ bizzat müvekkilim ya! Her maç bana denk gelir ya; bu kez de Dünya Basketbol Şampiyonası’nda Türkiye - Slovenya maçını izlemişim, Riga’da. Üşümüşüm, donmuşum, Haziran – Ağustos ayları haricinde bu ülkelere gelinmeyeceğini anlamışım, biraz da sıkılmışım, “Daha da gelmem Riga’ya!” diyerek ayrılmışım Letonya’dan… Ne yazmışım? Hiç…

Helsinki mi benim peşimi bırakmaz, ben mi onunkini bilmeden dönmüşüm yine bu henüz kendi içimde tanımlayamadığım şehre… Baltık – Türkiye arasındaki kerteriz noktamıza… Bir yandan da düşünmüşüm “Hımm… Gelecek yıl, 7 Haziranda Euro Cup vıdıvıdısı için İsveç – Finlandiya maçına gelsem mi? Helsinki’ye gelip, gemi ile Stockholm’e geçsem mi? Oradan trenle Göteborg ve ardından Nossebro’da Tord, Inger, Philip, Annie, Joel ve Casper ile tatil yapsam mı? Hımmm…?” “Zıkkımın dibine git Özlem!" demiş diğer yanım, dünya üzerinde görmek istediğim ülkeleri fısıldamış kulağıma, vazgeçmişim hemen. Hanna’nın rezervasyon yaptırdığı ‘Saaga’ adındaki ‘Lapland’ restoranındaki geyik etlerini üzgün gözlerle izlemeye dalmışım. Yüklenmişim yine Fin ekmeklerini, envaiçeşit ‘berry’ reçelini, ha tabii bir de kutu kutu lonkeroları, dönmüşüm Türkiye’ye… Ne yazmışım? Hiç…

Sebep? Tembelmişim. Uyuzmuşum. Vaktim yokmuş. Canım istememiş. Kimseyle paylaşmak istememişim. Kıskançmışım. Kelimelere dökmemişim, dökememişim. Yazmamışım kardeşim, kime ne!

Sıkılmışım vize almaktan, evrak hazırlamaktan, başvuru randevusundan. Boğulmuşum otel, uçak, tren, kiralık araba, otobüs, gemi, restoran organizasyonu yapmaktan. Bezmişim, gözlerim ağrımış Lonely Planet, Dorling Kindersley okumaktan, görmek istediğim yerleri sarı fosforlu kalemle çizmekten, harita incelemekten… Demişim ki pek sevgili arkadaşım Ceyda’ya: “Kasım'daki 9 günlük bayram tatilinde ‘naçizane’ bir tatil yapalım, ben hiçbir şey yapmayayım, armut, pişsin, ağzıma da düşsün, ‘TUR’ ile gidilsin ‘o’ yere… Mümkünse vize olmasın, mümkünse sıcak olsun, o da olsun, bu da olsun…”

Hayatımda ilk defa bir ‘TUR’ şirketi olsun…

Oldu! Resmi olarak 27 Eylül 2010 tarihinde başlayan ‘TUR’ şirketi ile ilişkimiz 17 gündür tüm eğlencesi, tüm sevimliliği ile sürüyor. Bu hafta başından beri ‘TUR’ şirketi çalışanları sayesinde duygusal ritim bozuklukları yaşıyorum. Salı günü hüngür hüngür ağladım, dün kahkahalarla güldüm. Bugünse bir sessizlik var hayatımda, yarını bilmiyorum…

Hiçbir çaba göstermeden, yalnızca copy-paste yaparak Facebook’ta paylaştığım mail yazışmaları sizleri pek güldürdü, görüyorum… Ben de bu macerayı herkesle paylaşmaya devam etme kararı aldım. İnanın, hep beraber çok eğleneceğiz. Seyahatimize tam 1 ay var. Seyahat de sürüyor 7 gün… Ohooo :)

İşbu blog yazılarının konusu; 15-21 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek ‘Seyahat’ öncesinde, esnasında ve sonrasında tur şirketi (bundan böyle ‘TUR ŞİRKETİ’ olarak adlandırılacaktır) ve Özlem, Ceyda, Bahri (bundan böyle ‘KURBANLAR’ ya da ayrı ayrı ‘KURBAN 1’, ‘KURBAN 2’ ve ‘KURBAN 3’ olarak adlandırılacaklardır) arasında yaşanmakta ve yaşanacak olan ‘gerçek’ olaylardır. İşbu blog yazıları, KURBAN 1 tarafından yazılacak, 14 Ekim 2010 tarihinden itibaren geçerli olacaktır. KURBAN 1, blog yazılarının içeriğini ve bu blog sayfasından doğan yükümlülüklerini önceden bilgi vermeksizin değiştirme hakkını saklı tutar. İşbu blog yazılarının tanzim ve uygulanması ile ilgili olarak doğabilecek her türlü masraf KURBAN 2’ye aittir. Nihohayttt !

:)

11 Haziran 2010 Cuma

Özlüyorum Finlandiya'yı... Çok Özlüyorum...

Olmadı, yapamadım…
Yazmadım, yazamadım…

Sırtımda ilk kez netbookumla yurtdışına gittim ama kapağını açıp tek kelime yazamadım. Güya yeni bir blogum vardı, güya bu netbook sırf bu blogu güncellemek için gelmişti onca yolu. Ben disiplinli, titiz bir insan olup, her gün olmasa bile iki, üç günde bir yazacaktım, birşeyler karalayacaktım bloga – via netbook. Güya… Güya…

Bakmayın netbook, küçük müçük ama fazlalık işte, özellikle de uçak yolculuğunda. Aç çantayı, çıkart çantadan, aç fermuarı, çıkart kılıfından, koy tepsiye, geçir x-rayden, al tepsiden, koy kılıfına, kapat fermuarı, sokuştur çantaya, sığmadı, biraz daha uğraş, arkanda kuyruk biriksin, sen panik ol, panik oldukça hiç sığmasın çantaya, ters ters baksın yurdumun insanı suratına… Keyfimden boğuşuyorum ya çantayla! Girdin mi havaalanına? Yaptın mı check-in mek-in? Bitmediii… Dünya üzerinde bu kadar sıkı havaalanı güvenliğinin olduğu tek ülke benim ülkem; Amerika’da bile böylesi yok. Sar başa, baştan başla… Aç çantayı, çıkart çantadan, aç fermuarı, çıkart kılıfından, koy tepsiye, geçir x-rayden, al tepsiden, koy kılıfına, kapat fermuarı, sokuştur çantaya, sığmadı, biraz daha uğraş, arkanda kuyruk biriksin, sen panik ol, panik oldukça hiç sığmasın çantaya, ters ters baksın yurdumun insanı suratına…

Yazacaktım güya… Havayı, suyu, attığım adımı, gördüğüm yerleri, hissettiklerimi, güldüklerimi, duygulandıklarımı… Yazacaktım yediklerimi, içtiklerimi. Bir günlük tutar gibi yazacaktım izlenimlerimi, maceralarımı, Finleri, Finlandiya’yı, hiç hesapta olmayan, hiç planı yapılmayan Estonya’yı… Hanna’yı ve Heidi’yi, Ulrika ve Miia’yı, Henkku’yu ve Fırat’ı yazacaktım… Ve diğerlerini… Andy’yi, Mikael’i, Mari-Leena’yı, Carina’yı, Toon’u yazacaktım… Yazacaktım…

14 Mayıs sabah uçağa biner binmez hissettiğim rahatlamayı, hafifliği yazacaktım. Güya sessiz insanlardı bu Finler; bitip tükenmeyen konuşmalarını yazacaktım. Fince’nin ne kadar değişik ama ne kadar tanıdık, ne kadar yakın ama ne kadar uzak olduğunu yazacaktım. Uçak Helsinki üzerindeyken hissettiğim hayal kırıklığını yazacaktım. O kocaman, Rus yapımı binaları nasıl da sevmediğimi, nasıl da şaşırdığımı, nasıl da Helsinki yerine Hollanda semalarında süzülmeyi istediğimi yazacaktım. Ne kadar çok özlediğimi minik, sevimli ülkemi, nasıl da burnumda tüttüğünü…

Daha bismillah, uçaktan inip otobüs beklerken karşıma çıkan Türk anne oğulu yazacaktım. Yazacaktım, yolların genişliğini, tramvayları, binaları, yeşili, yemyeşili, yalnızca yeşili… Hanna’yı nasıl kucakladığımı, ne çok özlediğimi yazacaktım. 16 yıl öncesinin ‘teenager’ kızının, bu kadar güzel, alımlı, kendi ayakları üzerinde duran genç bir kadın haline gelmesindeki tuhaf gururu yazacaktım… Yazacaktım; Finlerin hayatlarındaki ‘simplicity’yi, bu basit ve sade yaşamı ne kadar takdir ettiğimi, havanın nasıl da sıcak olduğunu, hatta Finlandiya’nın o hafta Avrupa’daki en sıcak ülke olduğunu… Şansımı, gönderdiğim pozitif enerjinin yerine nasıl ulaştığını yazacaktım.

Kilitlerin ters yöne kilitlendiği yazacaktım sonra. “Kardeşim, kilit kapının solundaysa sola çevirirsin anahtar denen mereti, yok sağ tarafta ise sağa… Ters kardeşim, bu ülkede ters işte” diyecektim. Daha ilk günden sakatlanan bileğimi, acıdan ağladığımı hatta gözümün karardığını ama Fin icadı ‘Ice Power’ denen jelin dertlere nasıl derman olduğunu, nasıl tüp tüp alıp Türkiye’ye getirdiğimi yazacaktım. Helsinki’nin ‘tourist friendly’ olma konusunda dünyada gittiğim ve ‘sıfır’ hem de kocaman bir ‘0’ verdiğim tek şehir olduğunu, hiç durmadan ‘lonkero’ yani ‘long drink’ denen, Smirnoff Ice tadında ama votka ile uzaktan yakından ilgisi olmayan bir içeceği içtiğimi, içtiğimi, içtiğimi yazacaktım. Hatta yazarken “lonkero” içecektim, hiç üşenmeden Türkiye’ye taşıyıp getirdiğim kutudan da bir fırt alacaktım belki de son düzeltmelerini yaparken blog yazılarımın…

Olmadı yazamadım, yapamadım. Yazamadım, Finlerin 10 tanesinden 9’unun saçlarının boya olduğunu, yıllardır duyduğumuz “esmersin, İskandinavlar bayılır esmerlere, orada yok” geyiğinin artık bir şehir efsanesi olduğunu… Ülkede yapacak bir şey olmadığından mıdır nedir, kadın erkek genç yaşlı demeden herkesin saçını boyadığını. Yazamadım işte kızıla, kırmızıya, siyaha, kestaneye, kahverengiye ve hatta mora boyanan saçları… Yazamadım, en büyük modanın taytlar üzerine giyilen etekler olduğunu, o eteklerin renklerini. Etrafı göreyim diye çıktığım 10.5 saatlik tren yolculuğunu da yazamadım. Saatlerce, kilometrelerce gökyüzünden ve huş ağacı ormanlarından başka hiçbirşey görmediğimi. Gittiğimi, gittiğimi, daha da gittiğimi… Yazamadım gökyüzünü, huş ağacı ormanlarını… Huş ağacı ormanlarını, gökyüzünü… Gökyüzünü, huş ağacı ormanlarını… Sıkıldığımı, çok sıkıldığımı… “In the middle of nowhere” bir ülke olduğunu oranın…

Neyi yazdım ki; batı kıyısındaki Jakobstad’da Fince değil İsveççe konuşulduğunu yazayım? Neyi yazdım ki, Ulrika’nın kendi gibi büyük yüreğini, yüreğinden daha büyük ailesini yazayım? Yazmadım, yazamadım… Oysa yazacaktım, nasıl da çocuklar gibi heyecanlandığımı Noel Baba’nın evinde, 2010 Noel’inde posta kutumda bulmak için gönderdiğim kartpostala neler yazdığımı ve Noel Baba ile çektirdiğim fotoğraf için ödediğim onca parayı. Yazacaktım işte geyik etinin tadını, gördüğüm ilk geyiğin yüzündeki ifadeyi ve o ifadeyi düşünüp de yiyemediğim eti. “Kuzey kutup dairesi, kuzey kutup dairesi” diye tutturduğum şeyin asfalta çizilmiş, beyaz yağlı boya ile boyanmış bir çizgi olduğunu ama yine de üstünde yürüdüğümü, oturduğumu, atladığımı, hopladığımı, zıpladığımı, koştuğumu ama bir ayağım bir yanda, diğeri diğer yanda fotoğraf çektirmeyi nasıl da unuttuğumu yazacaktım.

Başak geldi oralarda hep aklıma: “Sabahlar olmasın” der ya… “Buralara gel Başakcım, Rovaniemi’de sabahlar hiç olmuyor çünkü hiç gece olmuyor diyecektim.” Uyku maskem ve benim sabahın 4’ünde, Noel Baba haricinde hiçbir şey olmayan bu kentten nasıl da koşarak, nasıl da kaçarak Kemi üzerinden Helsinki’ye geri uçtuğumuzu yazacaktım. “Herşey gelirdi de aklıma, bir gün Helsinki’ye döndüğüme sevineceğim gelmezdi” yazacaktım hatta. Gülümsemiştim yazacaklarımın planını yaparken oysa…

Halbuki bavulumdakileri yazacaktım tek tek. Hatta bavuluma sığmayan ve bir başka çanta satın almama neden olan onlarca, yüzlerce kıvırı zıvırı. Evet evet yüzlerce; buzdolabı mıknatısları, çanlar, porselen yüksükler, geyik boynuzundan kolyeler, bilezikler, şişe açacakları, kupalar, hatta geyik boynuzunun kendisi, peluş geyik, minik geyik, büyük geyik (geyiğin kendisi yok), yöresel Sami battaniyesi (evet battaniye), Finlandiya kurabiyesi, Minttu şişesi, lonkero tenekesi, Lapland reçeli, Fin ekmeği, Karl Fazer çikolatası, Viking şapkası, İsveç sabosu, Tallinn evi, Estonya kristali, dondurma bardağı, yılbaşı süsü, meleği, topu… “Alışverişin … !” yazıp Fırat’a gönderecektim. O Finlandiya’da, ben burada kahkahalarla gülecektik…

Evet evet hiç planda olmayan Estonya, hiç bilmediğim Tallinn… Önce gidemiyorum sandığım, sonra bilet bulamadığım, hava kötü olur da katamaran iptal olur diye korktuğum Tallinn… Limanda feribottan indiğinizde, “Bu ne? Bunca yolu bunun için mi geldim?” diye kendi kendinize sorduğunuz sıkıcı şehir… Kalabalığı takip ettikçe, eski şehrin surlarına yaklaştıkça içinizi kıpır kıpır yapan şehir… O surların içine girdiniz mi çıkamadığınız şehir… Masal şehir, güzel şehir, kurabiye şehir, minik şehir, tatlı şehir… Her köşesi tarih, her metrekaresi sanat, her kaldırım taşı eski şehir… Kalbime giren, çıkmayan hatta kalbimi çalan şehir… Eylül’de beni yeniden bekleyen şehir…

Ve Toon… 16 yıl önceki neşesiyle Olde Hansa’nın önünde bana el sallayan Toon… Canım Toon, Paris yol arkadaşım Toon, ışıl ışıl, pırıl pırıl tam bir Hollandalı Toon… Ve şehrin en iyi, en yakışıklı tur rehberi yanında, ağzı açık ayran budalası gibi evlere, kapılara, çatılara, duvarlara, dükkanlara, otellere bakan ben… Doymayan Tallinn’e, doyamayan ben… Doymayan Toon’a, doyamayan ben… Dönüş yolunda ağlayan yine ben… Ve tüm bunları yazmayan, yazamayan da ben…

Evet, yazamadım hiçbirini ve daha neleri neleri… Seurassari’yi, Suomenlinna’yı ve binlerce minik adayı, Miia’yı, Heidi’yi, leziz somonları, Kuurna Resturant’ı, ülkenin dört bir yanındaki Marimekko’ları, İittala dükkanlarını, African Kitchen’ı, Cafe Fanny’yi, New York’un sincapları misali ortalıkta dolanan martıları, kargaları, içtiğim iğrenç “salmiakki kossu” ları, Beaver Bar’ı, Rythmi’yi, şehrin sıkıcı manzarasını izlediğim Torni’yi, tanıdığım en tatlı, en şahane çünkü en Amerikalı olmayan Amerikalı Andy’yi, cebren ve hile ile girdiğim HJK Helsinki stadyumunu, her restaurantın, her barın, her cafenin self-servis olduğunu, tanıdığım onlarca Fin’i, parkları, çimenleri, hiç unutmadığım, hiç unutmayacağım tramvay durağı Karhupuisto’yu, Fırat’la ne çok güldüğümü, “Ahanda mıknastıs…” deyip hala güldüğümü, hayatımda ilk kez bir ülkeden 32 kilo bagaj ile döndüğümü… Hiçbirini yazmadım... Yazmadım işte Tin Tin Tango’yu, Kamppi’yi, Henry’s Bar’ı ve hayatımda gördüğüm en yakışıklı adamla gidip nasıl tanıştığımı, o gün üstüme çöreklenen kendime güveni. Jakobstad’ın “Faith, Hope ve Love” simgelerini, saunayı, saunadan çıkıp göle atlamanın keyfini, ormanların sessizliğini, sessizliğin ıssızlığını, huş ağaçlarının minik kozalaklarını toplamanın huzurunu.

Hayır, hiç birini yazmadım, hepsini kendime sakladım. Hazır değildim belki de paylaşmaya. Evet, bencilim ben bu konuda. Hala kıskanmaz mıyım Hollanda’ya gidenleri, “Hollanda’yı bilirim” geçinenleri? Tırnaklarım çıkmaz mı anlamsızca? Kıskanmaz mıyım hala Floransa fotoğraflarını başkasının masasında, evinde gördüğümde? Benimdir Floransa… Benim aşkımdır, benim ruh ikizimdir… Eskidir, yorgundur, yaşlıdır, mahsundur ama benimdir işte! Yazmadım, paylaşmadım kimselerle bunca gündür, Kemijoki kıyısındaki drink keyfini, Töölönlahti çevresinde yapılan yürüyüşü, Kaya kilisenin sakinliğini, huzurunu, mucize akustiğini ve ne yazık orada bir konser dinleyemediğimi. Tallinn’in kimselerin bilmediği köşelerini, cafelerini, güzel, çok güzel kızlarını, Three Sisters’ı, Telegraaf Otel’i, eski eczaneyi, şehrin en küçük evini, en gizli bahçelerini. Yazmadım, yazamadım. Hayır, istemedim.

Ama işte şimdi yazıyorum… Döndükten neredeyse 20 gün sonra… Fotoğraflar önümde, haritalar, alışveriş fişleri, peçeteler, biletler halının üstünde saçılmış. Bir yandan aldığım notları okuyorum, bir yandan en alakasız zamanlarda oraları hatırlıyorum. İşten eve geliyorum, Fırat’ın deyimiyle “patlatıyorum bir lonkero”. Yeni yeni yerleştiriyorum onlarca mıknatısı buzdolabının üzerine, elimde kocaman bir geyik boynuzu ile dolanıyorum evin içinde; asacak bir yer arıyorum. Bu sıcakta, bu rutubetli havada, geyikli polar battaniyeme sarılıp yatıyorum. Ve “Daha da gelmem”, “Bir kez yeter”, “Gördüm, bitti”, “Sıkıldım”, “Sevmedim” dediğim Helsinki’ye ve Hansel ile Gretel'in masal şehri Tallinn'e Eylül ayında bir kez daha gidiyorum…

Özlüyorum… Çok özlüyorum…

12 Mayıs 2010 Çarşamba

Neden Gidiyorum Ben Bu Finlandiya'ya?

İnanıyorum ben buna… Her yıl, evrenin farklı bir köşesinden, farklı bir ülkenin beni çağırdığına… Kimine gidebiliyorum, denk geliyor, gücüm yetiyor. Kimi yıllardır erteleniyor, kimine zaman yok, kimine para… Bu yılın başında, buz gibi bir Ankara akşamında yürürken, fısıldadı kulağıma evren: “İsveç, Finlandiya, İsviçre…” “İsveç, Finlandiya, İsviçre…” Fısıldadı ya o, yapılacak… Eve gider gitmez takvimler açıldı, bayramlar, seyranlar kontrol edildi, gönderildi mailler oralarda yaşayan eski dostlara…

İlk cevap Finlandiya’dan geldi. “Gel” dediler, “geliyorum” dedim. Bir çırpıda araştırıldı ucuz biletler, yapıldı listeler, programlar. 4 ay önceden hazırdı gezilecek, görülecek yerler… Titiz ve obsesif kişiliğiz ya! Yalnız Helsinki yetmezdi benim gibi bir gezgine… Daha çok görmeliydim, daha çok gezmeliydim ilk kez gideceğim bir ülkede… Tam da o sıralar çıktı gazetelerde “Çakma Noel Baba” başlıklı gezi yazıları, Kuzey Kutup Dairesi’nde yürüyenlerin anıları… Hemen değiştirildi planlar; eklendi Pietarsaari/Jakobstad aktarmalı Rovaniemi de planlara. Trenler, uçaklar ayarlandı, rezervasyonlar yaptırıldı. E, dostlar da var bu şehirlerde. Daha ne isterim?

Haftalardır içten içe bir heyecan, bir koşuşturma içindeyim… Vize alınacak, fotoğraf çektirilecek, hediyeler seçilecek, alışveriş yapılacak, şirketten izin alınacak, bavul hazırlanacak, Lonely Planet’ten Helsinki kitabı siparişi verilecek, bir sürü “cek”, bir sürü “cak”…

Tabii, tüm bunlar olurken yine bir “Özlem Klasiği” yaşandı… Hani İstanbul’a gider kar fırtınası başlar; hani İngiltere Başkonsolosluğu’ndan vize alır, bomba patlar; hani Bolu’ya varır deprem olur ya; bu kez de 190 yıldır sesi soluğu çıkmayan İzlanda’daki Eyyafyallayöküll yanardağı patladı. Neden? Özlem İskandinavya’ya gidiyor ya… Tüm bu koşturmacaya, telaşa bir de Esenboğa, Atatürk ve Vantaa Havalimanları uçuş bilgilerini Internet’ten günlük olarak kontrol etmek eklendi. Bitti bitiyor derken, geçtiğimiz haftasonu yine başladı kül kabusu… Olsun! Gönderdim ben içimdeki tüm pozitif enerjiyi evrene, bekliyorum, rahatım… Hem kendisi çağırmadı mı beni bu Finlandiya’ya?

O çağırdı da, ben niye gidiyorum koştura koştura oraya, onu da zaman zaman düşünmedim değil… Benim gibi bir sıcak ülke insanı… Benim gibi bir Akdeniz, Ege, İzmir kadını... Türkiye, İtalya, Güney Fransa, Yunanistan, Hırvatistan aşığı… Akılda yok, hesapta yok, planda yok, bugüne kadar kendisine duyulan en ufak bir merak yok… Dururken Norveç’in fiyortları, İspanyanın tapasları, Portekiz’in şarapları… Dururken evdeki hedef tahtasında Küba puroları, Peru İnkaları, Toskana villaları; ne işim var kardeşim benim Finlandiya’da? Ülkem 30 dereceyken, uçuş uçuş yazlık elbiseler içinde salınmak, yaz partilerine gitmek, cıvıl cıvıl yaza hazırlanmak varken, parklarda baharın kelebekleri kanat çırparken, “zsa zsa zsu” bir durum söz konusuyken normal bir insankızının Kuzey Kutup Dairesi’ne gitmek istemesinin var mıdır mantıklı bir izahı?

Düşündüm… Buldum…

20 yaşındaydım… Hollanda’da tanımıştım onları… “İskandinavlar soğuk insanlardır” tezinin aksine en yakın arkadaşlarım hep onlardı… Norveç’ten Hanne, Danimarka’dan Rikke ve Anders, Finlandiya’dan Tuukka, Heidi ve Hanna… Cıvıl cıvıldılar, sıcacıktılar, hep sarhoştular… Hanna, yanımdaki yatakta yatardı… Sabahlara kadar dedikodu yapar, kıkır kıkır gülerdik, yorganın altına girip… Çocuktuk… Yıllarca “My Turkish Sister”, “My Finnish Sister” hitabı ile başlayan mektuplar, mailler gitti geldi iki ülke arasında… Hiç kopmadık, ne zaman, ne mesafe koparabildi bizi… İşte şimdi yeniden biraraya gelme zamanı… Şimdi yeniden yorganın altına girip, dedikodu yapma zamanı, kıkır kıkır gülme zamanı… Hanna ve Heidi ile kaldığım yerden kısa da olsa birkaç gün geçirme zamanı… Şimdi Helsinki’ye gitme zamanı…

22 yaşındaydım… Yine Hollanda’daydım… Gençtim, hayatımda ilk kez aşıktım… Sorumluluklarım artmış, bu kez aynı kampta asistan olarak görevliydim… En yakın arkadaşlarım yine onlardı… İskandinavlar… İsveç’ten Peter, Norveç’ten Maria ve Stefano, Danimarka’dan Morten, Finlandiya’dan Ulrika ve Miia… Zaman oldu koptuk, zaman oldu kaybettik birbirimizi… Internet vardı, buluştuk yeniden… Ulrika… Kocaman bir kızdı, kocaman kalpli… O koca kalbinde herkese yetecek kadar sevgi vardı… Neşemizdi, şarkılar söyleyen, danslar eden, hayatımda gördüğüm kendisiyle en barışık insandı… İşte şimdi o şarkıları bir daha söyleme zamanı, o komik dansları hatırlama zamanı… Şimdi Ulrika ile birlikte minik bebeğini sevme zamanı… Şimdi Pietersaari’ye gitme zamanı… Ya Miia? Benim minik kızım, güleryüzlü, kırmızı yanaklı kızım… Başımda bir cadı şapkası ile 1850’lerden kalan bir tekneyi benimle beraber altüst eden kızım… Yerinde duramayan, hoplayan, zıplayan, tırmanan, koşan kızım… İşte şimdi yeniden Miia ile birlikte hoplama zamanı, zıplama zamanı… Şimdi bir başka şehrin altını üstüne getirme zamanı… Şimdi Rovaniemi’ye, Laponya’ya gitme zamanı…

Şimdi karides, somon yeme zamanı… Şimdi baharın ortasında biraz üşüme zamanı.. Keşif zamanı… Sauna’ya girip ter atma zamanı… Yemyeşil ormanlar zamanı, göller zamanı… Şimdi Nokia zamanı… Arkadaşlık, dostluk zamanı… Şimdi “Re-union” zamanı… Şimdi Hanna, Heidi, Ulrika ve Miia zamanı…

Hei Suomi… Hei Tytöt… Olen tulossa… Nyt aikani…