14 Ekim 2010 Perşembe

Ne yazmışım? Hiç...

Anladım ki blog yazmak zormuş… Çok zormuş… Hele insanın gittiği, gezdiği, gördüğü yerleri yazması daha zormuş… Güya bloğun adı bile ‘Özlem’in Gezi Notları’ ya; baktım da son yazımdan sonra Münih’e gidip gelmişim ben… İş için gittiğim, gitmemek için patronla, elçilikle, vize görevlisiyle kırk takla attığım, sonra da dönmemek için elimden geleni ardıma koymadığım rüya gibi bir şehri keşfetmişim… Yürümüşüm, koşmuşum, parklarında uyumuşum, meydanlarında dans etmişim, büyülenmişim, içmişim, çok yemişim, Dünya Kupası’nda İngiltere’ye 4 gol atan Almanlarla beraber sevinmişim, gülmüşüm. Tüm önyargılarımdan sıyrılmışım, Almanları sevmişim, çok sevmişim. Ne yazmışım? Hiç…

Gelmişim Almanya’dan, gitmişim Çeşme’ye, Alaçatı’ya. Dönmüşüm Ankara’ya, bir daha gitmişim. Dönmüşüm Ankara’ya, bir daha gitmişim. Dönmüşüm Ankara’ya bir daha gitmişim. Kopamamışım yine Alaçatı’dan. Eski dostlarla, eski mekanlarla hasret gidermişim, yenilerini keşfetmişim, denemişim, kimini sevmişim, kimini sevmemişim. Ne yazmışım? Hiç…

Sonra aylarca hazırlanmışım, heyecanlanmışım; Eylül ayında bir kez daha Helsinki’de bulmuşum kendimi… Hem de bu kez maaile; anne, baba, kardeş, gelin, ben :) E, geçen seferin tecrübesiyle ben gezdirmişim onları… “Hop tramvay, hadi taksi, e, burası da pazar yeri, bakın burası liman, aman şurada da dükkan, şu da meydan…” “Bu annem, bu babam, bu kardeşim, bu eşi, bu da Fin kız kardeşim Hanna” demişim. Fırat’ı görmüşüm, lonkero patlatmışım, Marie-Leena’yla dertleşmişim… Alıştığımdan mı, bu zor şehri biraz olsun öğrendiğimden mi nedir bu kez biraz daha sevmişim. Ne yazmışım? Hiç…

Yetmemiş, bu kez hızlı katamaranla değil, koskoca bir gemiyle Tallinn'e geçmişim… Yine, yeniden… Bu kez ağzım açık ayran budalası gibi dolaşmamışım… Bilerek, severek, adeta okşayarak gezmişim bu masal şehri. Kendimi evimde hissetmişim. Kiraladığım şahane iki evi, evim bellemişim. Hayatımda yediğim en kötü yemeği bu şehirde yemişim… Gördüğüm en güzel gülleri yine bu şehirde görmüşüm… Koklamışım, içime çekmişim… Sevmiş yüreğim bu eski, bu tozlu, bu ufak, bu sevimli şehri. Canım arkadaşımı, Toon’u bir kez daha görmüşüm. Sevgilisini, oğlunu tanımışım. Mikonos’tan sonraki en güzel güneşi batırmışım; denizden değil, dağların ardından değil… Adeta gökyüzünden… “Güneş hiç gökyüzünden batar mı?” dememişim. Batarmış, görmüşüm… Yüreğimi bırakmışım Tallinn’de yine. Dünyada bu kadar görülecek yer varken, hiç pişman olmamışım 4 ay sonra bir kez daha geldiğime… Bir kez daha geleceğimi bilerek çıkmışım yola Riga’ya doğru… Ne yazmışım? Hiç…

Riga… Hayal kırıklığım olmuş benim.. Çirkin mi? Değil. Güzel mi? Eh. Gidilir mi? Evet. Sevdim mi? Belki. Bir daha gider miyim? Hayır. Hepsini aynı anda geçirmişim aklımdan. Nedenini bilememişim. Kısa sürede bu kadar fazla yer görmekten mi, Charles’ın dediği gibi “impressions make us tired” durumundan mı, kulağıma çarpan Rusça’ya çok benzeyen dilden mi, j ve ş ve ç seslerinin bolluğundan mı, çok açık, çok belirgin yoksulluktan mı, şehir dışına çıktığınızdaki pislikten mi; bilememişim. Art Nouveau’nun dünyadaki bir numaralı örneklerini de atlamamışım, ‘Art Nouveau District’de gördüğüm şaşaalı mimariden başım havalarda gezmişim, hayran da kalmışım. Meraklıyımdır ya ben ‘en’ lere, ‘ilk’ lere… Gecenin bir yarısı kaybola kaybola Riga’nın ‘en dar’ sokağı Troksnu Iela'yı bulmuşum. Boyum uzamış mı? Uzamamış. Tallinn’deki ‘Three Sisters'ın kardeşleri sayılan ‘Three Brothers’ı küçümseyerek izlemişim. ‘Three Sisters’ bizzat müvekkilim ya! Her maç bana denk gelir ya; bu kez de Dünya Basketbol Şampiyonası’nda Türkiye - Slovenya maçını izlemişim, Riga’da. Üşümüşüm, donmuşum, Haziran – Ağustos ayları haricinde bu ülkelere gelinmeyeceğini anlamışım, biraz da sıkılmışım, “Daha da gelmem Riga’ya!” diyerek ayrılmışım Letonya’dan… Ne yazmışım? Hiç…

Helsinki mi benim peşimi bırakmaz, ben mi onunkini bilmeden dönmüşüm yine bu henüz kendi içimde tanımlayamadığım şehre… Baltık – Türkiye arasındaki kerteriz noktamıza… Bir yandan da düşünmüşüm “Hımm… Gelecek yıl, 7 Haziranda Euro Cup vıdıvıdısı için İsveç – Finlandiya maçına gelsem mi? Helsinki’ye gelip, gemi ile Stockholm’e geçsem mi? Oradan trenle Göteborg ve ardından Nossebro’da Tord, Inger, Philip, Annie, Joel ve Casper ile tatil yapsam mı? Hımmm…?” “Zıkkımın dibine git Özlem!" demiş diğer yanım, dünya üzerinde görmek istediğim ülkeleri fısıldamış kulağıma, vazgeçmişim hemen. Hanna’nın rezervasyon yaptırdığı ‘Saaga’ adındaki ‘Lapland’ restoranındaki geyik etlerini üzgün gözlerle izlemeye dalmışım. Yüklenmişim yine Fin ekmeklerini, envaiçeşit ‘berry’ reçelini, ha tabii bir de kutu kutu lonkeroları, dönmüşüm Türkiye’ye… Ne yazmışım? Hiç…

Sebep? Tembelmişim. Uyuzmuşum. Vaktim yokmuş. Canım istememiş. Kimseyle paylaşmak istememişim. Kıskançmışım. Kelimelere dökmemişim, dökememişim. Yazmamışım kardeşim, kime ne!

Sıkılmışım vize almaktan, evrak hazırlamaktan, başvuru randevusundan. Boğulmuşum otel, uçak, tren, kiralık araba, otobüs, gemi, restoran organizasyonu yapmaktan. Bezmişim, gözlerim ağrımış Lonely Planet, Dorling Kindersley okumaktan, görmek istediğim yerleri sarı fosforlu kalemle çizmekten, harita incelemekten… Demişim ki pek sevgili arkadaşım Ceyda’ya: “Kasım'daki 9 günlük bayram tatilinde ‘naçizane’ bir tatil yapalım, ben hiçbir şey yapmayayım, armut, pişsin, ağzıma da düşsün, ‘TUR’ ile gidilsin ‘o’ yere… Mümkünse vize olmasın, mümkünse sıcak olsun, o da olsun, bu da olsun…”

Hayatımda ilk defa bir ‘TUR’ şirketi olsun…

Oldu! Resmi olarak 27 Eylül 2010 tarihinde başlayan ‘TUR’ şirketi ile ilişkimiz 17 gündür tüm eğlencesi, tüm sevimliliği ile sürüyor. Bu hafta başından beri ‘TUR’ şirketi çalışanları sayesinde duygusal ritim bozuklukları yaşıyorum. Salı günü hüngür hüngür ağladım, dün kahkahalarla güldüm. Bugünse bir sessizlik var hayatımda, yarını bilmiyorum…

Hiçbir çaba göstermeden, yalnızca copy-paste yaparak Facebook’ta paylaştığım mail yazışmaları sizleri pek güldürdü, görüyorum… Ben de bu macerayı herkesle paylaşmaya devam etme kararı aldım. İnanın, hep beraber çok eğleneceğiz. Seyahatimize tam 1 ay var. Seyahat de sürüyor 7 gün… Ohooo :)

İşbu blog yazılarının konusu; 15-21 Kasım tarihleri arasında gerçekleştirilecek ‘Seyahat’ öncesinde, esnasında ve sonrasında tur şirketi (bundan böyle ‘TUR ŞİRKETİ’ olarak adlandırılacaktır) ve Özlem, Ceyda, Bahri (bundan böyle ‘KURBANLAR’ ya da ayrı ayrı ‘KURBAN 1’, ‘KURBAN 2’ ve ‘KURBAN 3’ olarak adlandırılacaklardır) arasında yaşanmakta ve yaşanacak olan ‘gerçek’ olaylardır. İşbu blog yazıları, KURBAN 1 tarafından yazılacak, 14 Ekim 2010 tarihinden itibaren geçerli olacaktır. KURBAN 1, blog yazılarının içeriğini ve bu blog sayfasından doğan yükümlülüklerini önceden bilgi vermeksizin değiştirme hakkını saklı tutar. İşbu blog yazılarının tanzim ve uygulanması ile ilgili olarak doğabilecek her türlü masraf KURBAN 2’ye aittir. Nihohayttt !

:)